Filtreler
Filtreler
Bulunan: 166 Adet 0.002 sn
Koleksiyon [5]
Tam Metin [1]
Yazar [20]
Yayın Türü [3]
Konu Başlıkları [20]
Yayın Tarihi [17]
Dergi Adı [20]
Dil [2]
Yazar Departmanı [1]
In vitro effects of famotidine and ranitidine on lower esophageal sphincter tone in rats

Özer, Mahmut | Duman, Mustafa | Taş, Şükrü | Demirci, Yeliz | Aydın, Muhammet Fatih | Reyhan, Enver | Genç, Ece

Article | 2012 | Turkish Journal of Gastroenterology23 ( 5 ) , pp.438 - 443

Amaç: Bu çalışmanın amacı, H2 reseptör antagonistlerinden famotidin ve ranitidinin, karbakol ile kasılmış alt özofagus sfinkter preparatlarının gerilimi üzerine etkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Her bir grup için 8'er tane sıçandan alınan alt özofagus sfinkter dokuları standart organ banyosuna yerleştirildi. Karbakol ile kasılan alt özofagus sfinkter dokuları üzerine, taze olarak hazırlanmış famotidin ve ranitidin solüsyonları kümülatif olarak artan dozlarda eklendi. Aktiviteler çevrimiçi olarak BSL PRO MP-35 ile kaydedildi ve yine aynı sistem ile datalar analiz edildi. Bulgular: Ranitidinin uygulanan her iki dozunda, kasılmı . . . ş alt özofagus sfinkter tonusunda istatistiksel olarak anlamsız bir gevşeme meydana geldi. 1.5x10-5 M famotidin de alt özofagus sfinkter tonusu üzerinde anlamlı miktarda gevşemeye sebep olmamasına rağmen, 4.5x10-5 M famotidin için bu değer % 9,33'tü ve gevşeme kontrollerle karşılaştırıldığında anlamlıydı (p0.05). Sonuç: Organ banyosuna terapötik dozda uygulanan ne famotidin ne de ranitidin, alt özofagus sfinkter tonusu üzerinde anlamlı bir değişiklik meydana getirmedi. Bununla birlikte, famotidin yüksek doz uygulaması alt özofagus sfinkter tonusu üzerinde anlamlı bir gevşemeye sebep oldu. İlerleyen zamanlarda, in vivo insan deneyleri çalışmaları, gastroözofageal reşü hastalıklarında bu ilaçların kullanımını etkileyebilecektir Background/aims: The aim of this study was to investigate the effects of the H2 receptor antagonists famotidine and ranitidine on lower esophageal sphincter pressure in the rat isolated lower esophageal sphincter preparation contracted with carbachol. Materials and Methods: Lower esophageal sphincter tissues of eight rats for each group were placed in a standard organ bath. After contraction with carbachol, freshly prepared famotidine and ranitidine were added directly to the tissue bath in cumulatively increasing concentrations. Activities were recorded on an online computer using the software BSL PRO v 3.7, which also analyzed the data. Results: Ranitidine caused a small statistically insignificant relaxation in the contracted lower esophageal sphincter at the two applied concentrations. Although 1.5x10-5 M famotidine did not cause a significant relaxation in lower esophageal sphincter tone, this value for 4.5x10-5 M famotidine was 9.33%, and the relaxation was significant when compared with controls (p<0.05). Conclusions: Neither famotidine nor ranitidine caused any direct significant change in lower esophageal sphincter tone in the therapeutic dose range applied to the organ bath. However, the higher dose of famotidine caused a significant relaxation in the lower esophageal sphincter tone. Further in vivo human studies may affect the usage of these drugs during gastroesophageal reflux disease treatment. Top Summary Introduction Materials And Methods Results Discussion Reference Daha fazlası Daha az

Glioneuronal neoplasms with malignant histological features: A study of 36 cases

Tihan, Tarık | Gültekin, Hümayun | Çomunoğlu, Nil

Other | 2010 | Türk Patoloji Dergisi26 ( 1 ) , pp.55 - 67

Amaç: Malign glionöronal tümörler değişik morfolojik özellikler gösteren heterojen bir tümor grubudur. Bu tümörlerin biyolojik davranışları ve klinikopatolojik özellikleri kesin olarak tanımlanmamıştır. Anaplastik gangliogliomlar dışında bu grupta yer alan tümörlerin son WHO sınıflamasındaki yeri belirgin değildir. MGNT'lerin histolojik özelliklerinin prognoza olan etkisi de tam olarak bilinmemektedir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza UCSF Patoloji Anabilim Dalı arşivinden derlediğimiz malign histolojik özellikler gösteren 36 glionöronal tümör olgusunu dahil ettik. Bu olguları histopatolojik özelliklerine göre sınıflandırarak bu kategor . . .ilerin klinikopatolojik niteliklerini tanımladık. Bulgular: Olgular histopatolojik özelliklerine göre üç kategoriye ayrıldı: 1) malign glial komponent içeren glionöronal tümörler (anaplastik gangliogliomlar); 2) malign nöronal/nöroblastik komponent içeren glionöronal tümörler; 3) hem glial hem de nöronal komponenti malign olan glionöronal tümörler. Tüm gruplar radyolojik olarak iyi sınırlı, kistik ve solid komponent içeren, değişken kontrast madde tutulumu gösteren ve glioblastoma oranla daha genç yaş grubunda görülen tümörler olarak saptandı. Yüksek oranda lokal nüks (36 hastadan 29 unda) görüldü ve 12 hasta takip süresi içinde vefat etti. Her üç kategoride ortanca nükssüz yaşam süresi 12 aydan az olarak hesaplandı. Sadece bir olguda tümör serebrospinal yayılım gösterdi. Eş zamanlı WHO derece I ganglioglioma ve malign nöronal komponent varlığının prognoza herhangi bir etkisi bulunmadı. Sonuç: MGNT malign histopatolojik komponentin özelliklerine göre 3 basit kategoride değerlendirildi. Her üç gruptaki tümörler yüksek lokal nüks ve PNET'den çok malign gliomlar benzeri agresif klinik seyir gösterdi. Yinede MGNT bazı klinikopatolojik özellikleri ile tipik glioblastomdan ayrıştı Bu çalışma, MGNT grubundaki tümörlerin WHO sınıflamasındaki yerlerinin daha uygun bir biçimde saptanması gerekliliğini göstermektedir. Objective: Malignant glioneuronal tumors show considerable morphological diversity. Their biological behavior and clinicopathological characteristics are incompletely understood. With the exception of anaplastic ganglioglioma, they are not assigned to a specific entity in the current WHO classification. It is also not clear whether histological features of these neoplasms influence prognosis. Material and Method: We identified 36 glioneuronal tumors with malignant histological features among the departmental archives and neuropathology consultation files of the authors. We reviewed the pathological and radiological features of these tumors to construct a preliminary histological categorization. Results: Based on their pathological features, we divided the study group into three histologically distinct categories: 1) glioneuronal tumors with a malignant glial component (anaplastic gangliogliomas); 2) glioneuronal tumors with a malignant neuronal/neuroblastic component; 3) glioneuronal tumors with both malignant neuronal and glial components. All tumors occurred in a younger age group compared to glioblastomas and appeared radiologically well-defined, cystic and solid with variable contrast enhancement. There was a high rate of local recurrence (29 of 36 patients) and 12 patients died during follow-up period. Median progression-free survival was less than 12 months, and did not differ among categories. Cerebrospinal tumor spread was seen in only one patient. Concurrent WHO grade I ganglioglioma and the presence of a malignant neuronal component did not appear to influence prognosis Conclusion: MGNTs were considered in three simple categories based on their malignant component(s). Tumors in all categories exhibited a high rate of local recurrence and aggressive behavior akin to malignant gliomas as opposed to classical PNET. Nevertheless, MGNT demonstrated clinicopathological features that distinguish them from typical glioblastoma. The exact nosology of MGNTs is unresolved and our study underscores the need for a more comprehensive classification of these neoplasms within the WHO scheme Daha fazlası Daha az

Çocukluk çağında migren tipi başağrısı ile inek sütü ve yumurta akı allerjisi arasındaki ilişki

Özen, Ahmet Oğuzhan | Sarıçoban, Hülya Ercan | Mutlu, Nilgün | Cengizlier, Mehmet Reha

Article | 2011 | Ağrı23 ( 4 ) , pp.174 - 178

Giriş ve amaç: Migren tipi başağrısı çok sık karşılaşılan bir baş ağrısı tipidir. Migren ile alerjik hastalıkların yaygın olarak beraber görülmesi migren patofizyolojisinde alerjik mekanizmaların rol oynayabileceğini düşündürmüştür. Bu çalışmada çocukluk çağında besin alerjilerinin önemli bir kısmından sorumlu olan süt ve yumurta akı alerjilerinin migren ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Materyal-Metod: Daha önce yapılan okul çalışmasında migren tipi başağrısı tespit edilen 39 öğrenci ile başağrısı tariflemeyen 167 çocuk çalışmaya alındı. Çocukların serum örneklerinden süt ve yumurta akı-spesifik IgE düzeyleri ölçüldü. Bulgular: . . . Toplam 4 çocukta süt spesifik IgE pozitif bulunurken 2 çocukta yumurta akı-spesifik IgE pozitif bulundu. Her iki besin spesifisik IgE pozitifliği ile migren arasında bir ilişki saptanmadı. Ancak yumurta akı-spesifik IgE düzeyleri migren tipi başağrısı olan çocuklarda anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p0.008). Sonuç: Çocukluk çağı migreninde süt ve yumurta allerjilerinin rolü gösterilememiştir. Ancak migren tipi başağrısı olan çocuklarda yumurta akı-spesifik IgE değerlerinin yüksekliği migren ile besin alerjilerinin patogenezinde ortak mekanizmaların rol oynadığına işaret edebilir. Background and aim: Migraine is a very common headache disorder. Due to the co-occurrence of migraine and allergic disorders allergic mechanisms have been thought to play role in migraine pathophysiology. This study aimed to investigate the association between cow's milk allergy and egg-white allergy with migraine type headache of childhood. Materials and methods: We included 39 children with migraine type headaches and 167 children with no headaches who had been previously evaluated in a school screening study program. Egg-white and cow's milk specific IgE levels were measured for all involved subjects. Results: Specific IgE levels were positive for cow's milk in 4 children and for egg-white in 2 children, respectively. There was not detected meaningful relationship between food allergies and migraine. However, specific IgE levels for egg-white were significantly higher in migraineurs (p0.008). Conclusion: Childhood migraine does not appear to be associated with cow's milk or egg-white allergy. However, the elevation of egg-white specific IgE levels in migraine type headache may signify the possible presence of shared pathogenetic pathways in the development of migraine and food allergies Daha fazlası Daha az

RehabRoby ile dirsek eklemi propriyosepsiyon duyusunun incelenmesi: Pilot çalışma

Özkul, Fatih | Barkana, Duygun Erol | Badıllı, Şule Demirbaş | İnal, Serap

Article | 2012 | Acta Orthopaedica et Traumatologica Turcica46 ( 5 ) , pp.332 - 338

Amaç: Bu pilot çal›flman›n amac› dirsek fleksiyonunun proprioseptif duyusunu robot yard›ml› rehabi- litasyon sistemi RehabRoby ile deerlendirmek ve RehabRoby’yi fizyoterapide kullan›labilecek bir ro- bot sistemi olarak deerlendirmekti. Çal›flma plan›: Çal›flmaya fizyoterapi (FZT) veya elektrik ve elektronik mühendislii (EEM) eitimi gören 20 gönüllü (her grupta 5 kad›n ve 5 erkek) al›nd›. RehabRoby’ye yerlefltirilen deneklerden aktif ve sonra rahatl›kla tolere edilebilen bir dirence karfl›, s›ras›yla gözler aç›k ve kapal› olarak dirsek flek- siyonu yapmalar› ve belirlenmifl hedef aç›lar›n› (20o, 45o ve 90o) bulmalar› istendi. Denekle . . .rin hareket aç›s›, her hedef aç›da uygulanan tork ve hedef aç›ya ulafl›rken ortaya ç›kan hareket hatas› (uyum hata- s›) mutlak veriler olarak kaydedildi. Ayn› zamanda deneklerin sosyo-demografik ve fiziksel özellikleri de incelendi. Bulgular: Gözler aç›k 45o dirsek fleksiyonunu bulmada FZT örencilerinin yapt›› uyum hatas› EEM örencilerine göre daha az bulundu. Gözler kapal› 20o dirençli dirsek fleksiyonu ile tork aras›nda ne- gatif bir korelasyon kaydedildi (p0.05). Ayn› zamanda, kad›n olman›n ve biceps brachii kas› kuvveti- nin gözler kapal› 20o aktif dirsek fleksiyonunda hatan›n az olmas› üzerinde belirleyici faktörler olduu saptand›. Görüfl olmaks›z›n 45o’deki uyum hatas› FZT grubunda (-0.31) EEM grubuna göre (0.77) da- ha düflüktü Ayr›ca, biceps brachii kas› kuvvetinin ise 20o’deki hareketin propriyosepsiyon duyusu üze- rinde etkin bir rol oynad›› sonucuna var›ld›. Ç›kar›mlar: Bu pilot çal›flman›n sonucunda propriyosepsiyon duyusunun deerlendirilmesinde Re- habRoby’nin kullan›labilir bir sistem olduu sonucuna var›ld› ve RehabRoby robotik sisteminin, ge- çerlilik çal›flmalar› yap›ld›ktan sonra, gelecekte hastalarda proprioseptif duyuyu deerlendirme, tan›la- ma ve gelifltirme amaçl› kullan›labilecei düflünüldü Daha fazlası Daha az

Bir ailenin 16 üyesinde otozomal dominant kalıtım gösteren gelişimsel kalça çıkığı

Ceylaner, Gülay | Ceylaner, Serdar | Üstünkan, Fulya | İnan, Muharrem

Article | 2008 | Acta Orthopaedica et Traumatologica Turcica42 ( 4 ) , pp.289 - 291

Genetik faktörlerin kalça çıkığı, asetabüler displazi ve gelişimsel kalça displazisi (GKD) üzerine etkileri uzun zamandır bilinmektedir. Bu yazıda, oldukça nadir bir durum olan tek gen kalıtımı gösteren GKD’li bir aile sunuldu. Hamile bir kadının pedigri analizi sırasında 16 aile ferdinde GKD öyküsü olduğu öğrenildi. Pedigri analizi düşük penetranslı otozomal dominant kalıtım göstermesine karşın, GKD’li olgu sayısının yüksek olduğu (aile bireylerinin neredeyse üçte biri) ve sadece bir kuşak atladığı görüldü. Olguların üçü kliniğimizde değerlendirildi ve bu hastalara GKD tanısı kondu. Diğer 13 hastaya daha önce başka kliniklerde tanı . . . konmuştu. Kalça çıkığı genellikle çok geç tespit edilmekle beraber, dört olguda tanı doğum sırasında konmuştu. Aile bireyleri ayrıntılı bir klinik mektup ile bilgilendirildi ve aileye her doğumu takiben değerlendirme önerildi. The effect of genetic factors on hip dislocation, acetabular dysplasia, and developmental dysplasia of the hip (DDH) has long been recognized. In this report, we presented a large family that showed single gene inheritance for DDH. Pedigree analysis of a pregnant woman revealed a history of DDH in 16 members of the family. Although the pedigree showed autosomal dominant inheritance with reduced penetrance, the prevalence of DDH was considerably high, almost accounting for one-third of the family members, and skipping only one generation. Of 16 cases, three patients were diagnosed at our center. The remaining 13 patients were diagnosed at other centers. Dislocation was diagnosed very late in most of the family members, while four cases were diagnosed at birth. All family members were informed by a detailed clinical letter and recommended evaluation for DDH at every birth Daha fazlası Daha az

Glikojen depo hastalığı olan pediyatrik hastada volatil anestezi ve kaudal blok uygulaması

Köner, Özge | Sözübir, Selami | Türe, Hatice | Sayın, Murat | Gülcan, Mahir

Article | 2009 | Türk Anestezi ve Reanimasyon Dergisi37 ( 3 ) , pp.187 - 191

Tip III glikojen depo hastalığı, glikojenin karaciğer, iskelet kasları ve kalp kasında birikmesine yol açan otozomal resessif bir metabolik hastalıktır. Karaciğer tutulumu, karaciğer fonksiyon bozukluğuna ve siroza neden olabilir. Hepatomegali nedeniyle, gastroösofageal reflü ve pulmoner aspirasyon riski vardır. Kalp hafifçe büyüse de, kalp fonksiyonları genellikle normaldir. Bazı olgularda kardiyomegali gelişebilir. Hipoglisemi atakları, maksiller anomaliler ve makroglossi karşılaşılabilecek diğer sorunlardır. Bu olgu sunumda, günübirlik anestezi uygulaması yapılan, Tip III glikojen depo hastalığı olan bir pediyatrik olguda anestez . . .i deneyimimizi sunmaktayız. Glycogen storage disease type III, is an autosomal recessive metabolic disorder characterized by accumulation of glycogen in liver, skeletal and cardiac muscle tissues. Hepatic involvement may lead to hepatomegaly, hepatic dysfunction and hepatic cirrhosis. Hepatomegaly may lead to gastro-esophageal reflux and the risk of pulmonary aspiration. Although the heart may enlarge mildly, its function is usually normal. Muscle involvement may lead to the development of cardiomegaly in some cases. Hypoglycemic attacks, maxillary anomalies and macroglossia might be encountered. Here we present a child with type III glycogen storage disease who was admitted to our hospital for day case surgery Daha fazlası Daha az

Differences Between Adolescent and Adult Cases of Suicidal Drug Intoxication

Dogan, Halil | Adıgüzel, Lokman | Uysal, Emin | Sarıkaya, Sezgin | Ozucelik, Dogac Niyazi | Okuturlar, Yıldız | Sisek, Cem

Article | 2016 | Bakırköy Tıp Dergisi12 ( 1 ) , pp.20 - 23

kıyım amaçlı adölesan ve erişkin ilaç zehirlenmeleri arasındaki farklılıklarAmaç: İlaç zehirlenmeleri acil servislere önemli başvuru nedenlerinden biridir. Bu konuda adölesanlar ile erişkinler arasında yapılmış karşılaştırmalı çalışmalar nadirdir. Bu çalışmada adölesan ile erişkin yaş grubu arasındaki ilaç zehirlenme olgularını karşılaştırarak, demografik ve klinik özelliklerinin tanımlanması ve alınabilecek önlemlerin belirlenmesi amaçlanmıştır.Gereç ve Yöntem: 1Haziran 2009-30 Haziran 2010 tarihleri arasında Acil Tıp Kliniği'ne başvuran adölesan yaş grubu (9-19 yaş) ve erişkinyaş grubu (19 ve üstü yaş) ilaç zehirlenme olguları ger . . .iye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, ilacı ne amaçla aldığı, tedavide antidot kullanımının olup olmadığı, tek veya çoklu ilaç alıp almadığı, aldığı ilacın hangi gruptan olduğu, hastanede kalış süresi ve klinik sonuçlar kaydedildi.Bulgular: Çalışmaya toplam 278 hasta alındı. Hastaların %39.2'si adölesan (n109), %60.8'i erişkindi (n169). Adölesan erkek %15.6 (n17) iken, erişkin erkek %20.1 (n34), adölesan kadın %84.4 (n92), erişkin kadın %79.9 (n139) olarak bulundu. Ortalama yaş adölesan grupta 16.681.774 yıl iken erişkin grupta 27.877,264 yıl idi. Tedavide antidot kullanımı adölesanlarda %30 (n3) iken, erişkinlerde %70 (n7) idi. Özkıyım amaçlı ilaç alımı adölesanlarda %39.2 (n109), erişkinlerde %60.8 (n169) idi. Çokluilaç alımı adölesanlarda %51.9 (n42) , erişkinlerde %48.1 (n39) idi. Zehirlenmeye neden olan ilaç grubu adölesanlarda %46.9 (n23) parasetamol iken, erişkinlerde %65.2 (n30) antidepresan ilaçlardı. Hastaların hastanede kalış süresi adölesan grupta 1.190.775 saat iken, erişkin grupta 1.150.617 saat idi. Hiçbir hastamız hayatını kaybetmedi.Sonuç: Akut zehirlenmeler acil servisler için önemli bir medikal sorundur. Özkıyım amaçlı en yaygın yöntem ilaç alımıdır. Hem erişkinlerde hem adölesanlarda ilaç zehirlenmeleri, kadınlarda daha yaygındır. Özkıyım amaçlı ilaç zehirlenmeleri erişkinlerde adölesanlaragöre daha fazladır. Kullanılan ilaç grubu olarak ilk sırada adölesanlarda parasetamol iken, erişkinlerde antidepresan ilaçlardır. Çoklu ilaç alımı ise adölesanlarda erişkinlere göre daha fazladır. Risk faktörleri belirlenerek bunlara yönelik önlemlerin alınması ve toplumsal eğitim faaliyetlerinin planlanması yoluyla bu tür zehirlenme olgularının sayısının azaltılabilmesi mümkündür Differences between adolescent and adult cases of suicidal drug intoxicationObjective: Drug intoxications are among the major causes of emergency department admissions. There is a limited number of studies exploring the differences between adolescent and adult cases of intoxication. We aimed to compare adolescent and adult cases of drug intoxication to determine demographic and clinical properties of intoxications and necessary measures that have to be taken in both age groups. Material and Methods: Adolescent (9-19 years of age) and adult (19 years or older) cases of drug intoxication that presented to our Emergency Department between 1 June 2009 and 30 June 2010 were retrospectiely reviewed. Age, sex, purpose of drug intake, whether or not an antidote was used, single- or multidrug intake, the group of the offending drug, duration of hospital stay, and clinical outcomes were recorded. Results: This study included a total of 278 patients, of which 39.2% (n109) were adolescent and 60.8% (n169) were adult. Among adolescents, 15.6% (n17) were male and 84.4% (n92) were female while %20.1 (n34) of adults were male and 79.9% (n139) were female. The mean age was 16.68±1.774 years in the adolescents and 27.87±7.264 in the adults. An antidote was used in 30% (n3) of the adolescents and 70% (n7) of the adults. Suicidal drug intake formed 39.2% (n109) of the cases in the adolescents and 60.8% (n169) in the adults. Multi-drug intake had a rate of 51.9% (n42) in the adolescents and 48.1% (n39) in the adults. Paracetamol was the offending agent in 46.9% (n23) of the adolescents, while antidepressnats were responsible for 65.2% (n30) of the drug intoxications in the adults. Duration of hospital stay was 1.19±0.775 hours in the adolescents and 1.15±0.617 hours in the adult cases. None of the patients in both groups died. Conclusion: Acute intoxications are an important medical problem for emergency departments. The most common suicide method is drug intake. Drug intoxications were more prevalent in women in both adolescent and adult age groups. Suicidal drug intoxications were more common in the adults compared to the adolescents. Paracetamol was the most commonly taken drug in the adolescents while antidepressants were the most common drugs in the adults. Multi-drug intake was more common in the adolescents than the adults. It is possible to reduce the number of drug intoxications by determining risk factors, taking necessary measures, and planning appropriate population-based educational activitie Daha fazlası Daha az

Diffusion Tensor Imaging of the Uterine Zones Related to the Menstrual Cycle and Menopausal Status at 3 Tesla MRI

Kılıçkesmez, Özgür | Fırat, Zeynep | Oygen, Ayşegül | Kara, Duygu Bozkurt | Güzelbey, Tevfik | Gürses, Bengi | Taşdelen, Neslihan

Article | 2016 | Balkan Medical Journal33 ( 6 ) , pp.607 - 613

Background: Diffusion and diffusion tensor imaging techniques (DTI) are widely available and used both in central nervous system and body imaging, including gynecological diseases. Aims: The aims of this study were to assess the capability of DTI of uterine zones in relation to the menstrual cycle and ascertain the normal apparent diffusion coefficient and fractional anisotropy values at 3T magnetic resonance imaging (MRI). Study Design: Prospective clinical study. Methods: A total of 13 young reproductive and 12 postmenopausal healthy volunteers were included in the study. MRI examination included sagittal T2-weighted and singlesho . . .t echo planar imaging DTI obtained under free breathing. Fractional anisotropy (FA) values of the endometrium, junctional zone, and myometrium were determined. Results: The median (minimum-maximum) FA of the endometrium, myometrium, and junctional zone of the reproductive group were 0.31 (0.260-0.465), 0.42 (0.302-0.664), and 0.58 (0.420-0.745), respectively, in the proliferative phase and 0.26 (0.180-0.413), 0.48 (0.357-0.656), and 0.59 (0.490-0.675)], respectively, in the secretory phase. In the postmenopausal group, the FA values of the endometrium, myometrium, and junctional zone were 0.275 (0.136-0.425), 0.255 (0.191-0.553), and 0.27 (0.129-0.397), respectively. Apparent diffusion coefficient (ADC) values of the endometrium, myometrium, and junctional zone of the reproductive group were 1.25±0.254 (0.970-1.463), 1.67 (1.213-1.854), and 1.23 (0.853-1.301), respectively, in the proliferative phase and 1.32±0.283 (1.165-1.706), 1.55 (1.360-1.791), and 1.17 (1.163-1.705), respectively, in the secretory phase. In the postmenopausal group, the ADC values of the endometrium, myometrium, and junctional zone were measured as 1.100±0.192 (0.850-1.302), 1.14 (0.864- 1.283), and 1.09 (0.912-1.291). The FA values of the endometrium and myometrium were lower in the secretory phase of the reproductive group, while ADC values were higher. However, both the FA and ADC values were lower in the postmenopausal group. Conclusion: The present study showed that uterine DTI is feasible when used quantitatively. While FA values tend to decrease, ADC values increase significantly in all zones in the secretory phase except the junctional zone. Zonal FA and ADC values of postmenopausal women are lower in comparison to those in young women Daha fazlası Daha az

Route selection for double balloon enteroscopy in patients with obscure gastrointestinal bleeding: Experience from a single center

Akyüz, Ümit | Pata, Cengiz | Kalaycı, Murat | Özdil, Kamil | Altun, Hasan | Karip, Bora | Akyüz, Filiz

Article | 2012 | Turkish Journal of Gastroenterology23 ( 6 ) , pp.670 - 675

Giriş ve Amaç: Bu çalışmanın amacı, nedeni bilinmeyen kanamalarda çift balon enteroskopi için en uygun giriş yönünü belirlemek ve saptanan ince barsak patolojilerin özelliklerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: 2006-2009 yılları arasında nedeni bilinmeyen kanama ile kliniğimize başvuran 75 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Çift balon enteroskopi ile ilgili veriler prospektif olarak değerlendirilmiştir. Çift balon enteroskopi, 60 hastada oral, 5 hastada anal ve 10 hastada her iki yönden yapılmıştır. Hastaların ortalama yaşı 50.8 yıl ve %57.3ü erkek idi. Total giriş uzunluğu, total işlem süresi, tanı oranları, lezyonların anatomik . . . lokalizasyonları ve son tanılar değerlendirilmiştir. Bulgular: Hastaların %75inde tanı konulmuştur. Tanı oranı, aşikar kanaması olanlarda anlamlı olarak yüksekti (%91.7). Kanama nedeni 19 hastada saptanamadı. Ortalama işlem süresi, oral, anal ve her iki yön için sırasıyla; 119, 144 ve 154 dk idi. Ortalama giriş uzunluğu oral yol ile 310.65 cm (pilordan itibaren) ve anal yol ile 166.8 cm. (ileoçekal valvden itibaren) idi. En sık rastlanan patoloji vasküler malformasyonlar (n20) ve tümörler (n19) idi. Malign lezyonları n hepsi proksimal ince bağırsak yerleşimliydi. Vasküler malformasyon tüm ince bağırsakta eşit dağılmakta idi. Hastaların %30una endoskopik tedavi uygulandı. Sonuç: Çift balon enteroskopi, nedeni bilinmeyen kanamalarda güvenli uygulanabilir tanı sal ve tedavi edici bir işlemdir. Lezyonların çoğu proksimal ince bağırsak yerleşimlidir. Kapsül endoskopi dahil görüntüleme metodları nın lezyon saptayamadığı durumlarda oral yol ilk tercih olabilir. Background/aims: This study was performed to clarify the best insertion route of double-balloon enteroscopy and to report the characteristics and proportions of small bowel pathologies detected by double-balloon enteroscopy in our patients with obscure gastrointestinal bleeding. Materials and Methods: Between January 2006 and December 2009, 75 patients with obscure gastrointestinal bleeding were enrolled into this study. The procedure was performed by oral route in 60 patients, anal route in 5 patients and both in 10 patients. Mean age of the patients was 50.8 years, and 57.3% of them were male. The main outcome measurements were total length of insertion, total time of double-balloon enteroscopy, diagnostic rates, anatomic location of the lesions, and final diagnosis of lesions detected. Results: Double-balloon enteroscopy was diagnostic in 75% of the patients. This rate was significantly higher in overt bleeding (91.7%). The source of bleeding could not be detected in 19 patients. Mean times of procedures were 119, 144 and 154 minutes for oral route, anal route and both, respectively. The mean insertion length was 310.65 cm (beyond the pylorus) for oral and 166.8 cm (beyond the ileocecal valve) for anal route. The most frequent pathologies were vascular malformations (n20) and tumors (n19). All malignant lesions were detected in the proximal part of the small intestine. Vascular malformations were distributed equally through the small intestine. Endoscopic treatment was performed in 30% of patients. Conclusions: Double-balloon enteroscopy is a safe and feasible examination for obscure gastrointestinal bleeding. Most lesions were localized in the proximal part of the small intestine. The oral route may be preferred as a first choice, if the imaging modalities including capsule endoscopy cannot detect the lesion Daha fazlası Daha az

Turkey and the Council of Europe's Oviedo Convention at Its 20th Anniversary

Eren, Özgür Can | Lutz, Emine Elif Vatanoğlu

Letter | 2017 | ANADOLU KLİNİĞİ TIP BİLİMLERİ DERGİSİ22 ( 2 ) , pp.73 - 74

PCR detection of Brucella abortus in cow milk samples collected from Erzurum, Turkey

Arasoğlu, Tülin | Güllüce, Medine | Özkan, Hakan | Adıgüzel, Ahmet | Şahin, Fikrettin

Article | 2013 | Turkish Journal of Medical Sciences43 ( 4 ) , pp.501 - 508

Aim: In this study, we designed and used 2 different type-specific polymerase chain reaction (PCR) methods for the detection of Brucella abortus. Materials and methods: There were 2 different primer sets (B4/B5 and AF/AR) selected and used for the amplification of 2 different genes that are present in all biovars of Brucella species, including bcsp31, encoding 31-kDa immunogenic cell surface proteins, and omp25, which is known to be one of the virulence factors encoding outer membrane proteins of 26&#8211;23 kDa. Results: The results showed that 273 (81.7%) and 317 (94.9%) out of 334 milk samples were positive for brucellosis, a . . .s detected by either both or one of the primer sets used in the present study, respectively. The detection limit of PCR assays for Brucella in milk samples was determined as 5 pg DNA for both of the primer sets. Conclusion: These results suggest that the use of the specific PCR assay with the primer sets used in the study is a rapid, reliable, and accurate technique in comparison to traditional and conventional methods for the detection and diagnosis of Brucella spp. in milk samples Daha fazlası Daha az

Effects of acetaminophen and mannitol on crush injuries in rats: An experimental study

Çelikmen, Mustafa Ferudun | Sarıkaya, Sezgin | Özüçelik, Doğaç Niyazi | Sever, Mehmet Şükrü | Açıksarı, Kurtuluş | Yazıcıoğlu, Mustafa | Sadıllıoğlu, Sıla

Other | 2016 | Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi22 ( 4 ) , pp.305 - 314

AMAÇ: Bu çalışmada, mekanik ezilme yaralanması oluşturulan sıçanlarda, asetaminofen ve mannitolün böbrek fonksiyonu ve histopatolojisi üzerine etkileri araştırıldı.GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada 370-400 gram ağırlığında 36 sıçan kullanıldı. Kontrol amaçlı birinci gruba bir işlem uygulanmadı. Diğer beş gruba ikişer saat süresince her iki bacak gastroknemius kası bölgesine mekanik ezilme işlemi uygulandı. Sonra dördüncü gruba asetaminofen 100 mg/kg; beşinci gruba mannitol 1 gr/kg; altıncı gruba asetaminofen 100 mg/kg ve mannitol 1 gr/kg intraperitoneal verildi. Herhangi bir tedavi uygulanmayan ikinci grup iki saat sonra, üçüncü grup ve te . . .davi grupları ise 24 saat sonra sakrifiye edilerek kan ve doku örnekleri alındı.BULGULAR: Sodyum, potasyum, alanin aminotranferaz, kreatinin, ortalama kreatinin klirensi değerleri açısından asetaminofen ve mannitol tedavi grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Histopatolojik olarak hidropik dejenerasyon, tübüler nekroz, enflamasyon, tubulus lü-meninde immünoperoksidaz ve miyoglobin varlığı, tubulus epitel hücre dejenerasyonu, tubulus lümeninde PAS boyanan materyel varlığı bulgularının mannitol uygulanan grupta azaldığı, asetaminofen uygulanan grupta mannitol uygulanan gruptan daha fazla azaldığı, asetaminofenle mannitol birlikte uygulandığında ise bulguların tek başına mannitol uygulamasından daha iyi, ancak tek başına asetaminofen uygulamasından daha iyi olmadığı görüldü.TARTIŞMA: Ezilme yaralanmalarında oluşan böbrek hasarında asetaminofen histopatolojik olarak mannitolden daha etkilidir. Asetamniofen manni-tolle birlikte kullanıldığında ise karaciğere olan toksik etkisi daha az olmaktadır BACKGROUND: The present objective was to evaluate effects of acetaminophen and mannitol on renal function and histopathology in crush injuries.METHODS: Thirty-six rats weighing 370-400 g each were used. No surgery was performed on the first (control) group. The gastrocnemius muscle regions of each rat in the remaining 5 groups were compressed for 2 or 24 hours. In the 4th group, 100 mg/kg acetaminophen was intraperitoneally administered. In the 5th group, 1 g/kg mannitol was administered. In the 6th group, 100 mg/kg acetaminophen and 1 g/kg mannitol were administered.RESULTS: No statistically significant differences were observed among the treatment groups in terms of sodium, potassium, alanine aminotransferase (ALT), and average creatinine clearance values. Hydropic degeneration, tubular necrosis, presence of immunoperoxidase and myoglobin, tubulus epithelial cell degeneration, and presence of PAS-dyed material in tubular lumen was more prominently decreased in the acetaminophen group than the mannitol group. Improvement was observed in the group that was administered both drugs, compared to the mannitol-only group, though findings were still worse than those of the group administered acetaminophen only.CONCLUSION: In crush injuries, acetaminophen improves histopathological renal damage better than mannitol. When used in conjunction with mannitol, the toxic effect of acetaminophen on the liver is decrease Daha fazlası Daha az

6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu kapsamında yükümlülüklerimiz ve çerez politikamız hakkında bilgi sahibi olmak için alttaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.

creativecommons
Bu site altında yer alan tüm kaynaklar Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Platforms